Diğer, ss.132-135, 2019
İstanbul’un
Ruderalleri: Sokak Otları
Kerem Ozan Bayraktar
Bir süredir doğa ile ilişkimizi sıklıkla “kriz” kavramı
üzerinden tanımlıyoruz. İnsan etkinliklerinin gezegenin yapısında köklü
değişimlere neden olduğu bir çağda, bizzat yaşamanın kendisi bir krize dönüşmüş
durumda.
Bu yazıda size krizi kâra çeviren canlıları tanıtacağım: İsimlerinin
bilinmesine gerek duymadığımız, kısaca “ot” dediğimiz bitkiler. Otları her gün
görüyoruz. Boş arsalarda, otobanlarda, kaldırım kenarlarında, su borularının
yanında, kanalizasyon girişlerinde, terk edilmiş binalarda, inşaat çukurlarında,
tarihi yapıların üzerinde, mezarlıklarda... Şehrin kullanılmayan, tanımsız,
belirsiz bölgelerinin bitkileri onlar. Biyologlar bu bitkilere gündelik dile
“moloz bitkileri” diye çevirebileceğimiz “ruderal bitkiler” diyor.
Bu bitkilerin temel özelliği “tahribatın” yüksek olduğu
ortamlarda büyümeleri. Tahribat, ekolojide oldukça önemli bir terim ve akla
hemen insan tahribatını getirmemeli. İnsan müdahalesi olmadan da doğada büyük tahribatlar
gerçekleşiyor. İstilacı türleri, parazitleri, yangınları, sel baskınlarını,
volkanları, tornadoları ve kuraklıkları düşünebiliriz. Tahribatlar kötü ya da
iyi olmak zorunda değil, her canlı tahribata farklı cevap veriyor. Örneğin doğal
bir orman yangınının ardından, ağaçlarda birikmiş olan kaynaklar toprağa geçiyor,
ağaçsız arazi daha çok ışık aldığından büyüme teşvik ediliyor. Tahribat bir
türün baskınlaşıp kendini ve çevresini yok etmesinin önüne de geçebilir.
Geleneksel ekoloji tahribatları aykırı durumlar olarak
görmeye meyilliydi. Tahribata uğramış bölgenin bir süre sonra eski halini
alabileceğine inanılıyordu. Bu fikir bugün özellikle şehir ekosistemlerini göz
önünde bulundurduğumuzda terk edilmiş durumda. Bugün ekosistem hareket
halindeki bir mozaik gibi, sık sık parçalanmaların, geçici bölgelerin, yıkımların
oluştuğu bir yapı olarak görülüyor, bütün bir organizma olarak değil.
Sokak bitkileri, tahribata çok iyi uyum sağlamış bitkiler.
İnsanların yarattığı özel tahribatlar (tarım arazileri açmak için bir bölgeyi
temizlemek gibi) bu bitkilere yeni ortamlar sağlıyor. Şehirdeki tahribatların niteliği
kırsaldakinden daha farklı. Toprağın üzerini yabancı maddelerle kapatıyoruz,
farklı bölgelerdeki toprakları birbine karıştırıyoruz, sürekli moloz ve çöp
üretiyoruz, elektrikli makinelerimizle çevrenin ısısını değiştiriyoruz, çılgınca
toz üretiyoruz, büyük gölgeli alanlar yaratıyoruz, yollar yaparak ekosistemleri
ayırıp küçük adacıklara dönüştürüyoruz... Bu nedenle şehirdeki tahribat
ortamlarında sadece bu durumlara adapte olmuş özel bitkiler yetişebiliyor: Çakal
otu, sinir otu, duvar fesleğeni, eşekhelvası, karahindiba, eşekdikeni, hardal,
papatya, yaban kıskısı, ısırgan otu, kangal, semizotu...
Otlar yüzyıllarca insanı takip etmişler, insan nereye gitse
onunla birlikte gemilerle, atlarla kıtaları aşmışlar. Her yeni kurulan kasabada
önce onlar büyümüş. Şehirler savaşlarla yıkıldığında orada otlar belirmiş. Tahıl
ürünlerini taklit edip her yere sızmışlar ve tarlaları istila edip çiftçilerin başlarına
bela olmuşlar. Onlar, çok çeşitli iklimlere ve toprağa uyum sağlayabilen, kirli
arazilerde büyüyebilen, kimyasallara karşı direnç kazanabilen, asırlardır
köklerini kurutamadığımız, susuzluğa, ezilmeye, kesilip biçilmeye dayanıklı,
inanılmaz yüksek sayıda tohum üretme kapasitesi olan evrim harikası canlılar. Bu
nedenle bu bitkiler bugün insanın parçası olduğu yeni ekosistemi çok iyi temsil
ediyor. Biz yıkıp yaptıkça orada otlar büyüyor, şehir ekosisteminin yeşil
altyapısını oluşturuyorlar.
Sokak otları genellikle çok kısa ömürlü ve fırsatçı canlılar.
Ormanlarda ya da yoğun bitki örtüsünün olduğu yerlerde yetişemiyorlar. “Yıkım”
onlar için yaşam demek! Yani aslında ağaçların büyüyemediği şehirler onlar için
oldukça ideal ortamlar. Belki de onları bu yüzden sevmiyoruz: hayalimizdeki
doğaya uymadıkları için. Otların olduğu yerleri bakımsız ve çirkin görmeye
meyilliyiz oysaki orada yaşamın ta kendisi var. Kaynakların hızla tükendiği bir
çağda çirkin lale ve gül parklarına ya da otoban kenarlarındaki bakımı ve
maliyeti yüksek çevre düzenlemelerine değil, kendiliğinden yetişen, su ihtiyacı
çok az, zaten şehre çoktan adapte olmuş canlılarla iletişim kurmalıyız. Belki
gösterişli çiçekleri yok ama bu bitkilerin spontan ve dağınık hayatı biz
şehirlilere daha çok benzemiyor mu? Onlara
yakından bakınca, tarihlerini öğrenince, hangi kıtaları aşıp sokağınıza
geldiklerini öğrendiğinizde daha da hayret edeceksiniz. Küçük notlar aldığım hesaba
(@sokakotları) göz atıp isimlerini öğrenerek başlayabilirsiniz. Belki de
aradığımız doğa parçası apartman kapımızın kenarındaki minik ekosistemde zaten
mevcuttur.