Devr edip geldim cihâna yine bir devrân ola
Ben gidem bu ten sarâyı yıkıla vîrân ola
Niyâzî-i Mısrî
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Ne hâldeydik ne hâle döneceğiz?
Gelen ve giden bir varlık var mı?
Mevcût tek bir vücuttan mı ibâret?
Yol ne, yolcu kim?
Sorular, sorular, sorular…
İslâm'ı şerîat, tarîkat, marifet ve hakikat makamlarıyla yaşayıp sülûk çıkaran ehlullah, bu soruların cevaplarını tefekkür edip hâlen yaşayarak öğrenmişler, tecrübelerinden bir kısmını da devir/devriyye, devriyye-i ferşiyye/devriyye-i arşiyye gibi isimlerle kulaklarımıza fısıldamışlar yahut alenileştirip kelâma dökmüşlerdir.
Yazmasına yazmışlar ve belki de bir müşkilimizi halletmişlerse de bazı ifadeleriyle –sözde- geleneksel inanç yapısına aykırı vehmedilerek okuyanların zihninde bin bir soru bırakıp gitmişlerdir.
Sâhi nedir devir/devriyye gerçeği?
Elimize aldığımız bir edebiyat lügatında bu kavram tarif edilirken ortalama bir üslupla derler ki: Hakk'ın zâtından tecellî eden ilâhî nûrun, cisimler âleminde mânevî bir tertip dâhilinde madenlerden bitkilere, bitkilerden hayvanâta, hayvanâttan insanlığa ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak yine zuhur ettiği ilk varlığa yani Hakk’a dönmesidir. “Devriyye” ise bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.
Devir düşüncesi Kur'ân ve hadîslerde örtülü olarak anlatılmaktadır. İlk dönem mutasavvıfları tarafından da çoğu zaman alenîleştirilmemiş, örtülü olarak kalmıştır. Mevzuu İhvân-ı Safâ Resâil’inde; İbn Miskeveyh’in Tehzibü’l-Ahlâk’ında, İbn Arabî’in Fütûhât, Fusûs ve diğer bazı eserlerinde doğrudan veya dolaylı olarak anlatılmaktadır. Bu zevâtın takipçileri olan Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nâsır-ı Hüsrev, Feyzî-i Hindî devir konusunu ele almışlardır. Bizim edebiyatımızda bu mevzu Yûnus Emre’den Niyâzî-i Mısrî’ye, İbrahim Hakkı Erzurumî’den Osman Kemâlî Hazretlerine gelinceye kadar pek çok Allah dostu tarafından ele alınmıştır. Onların sülûk tecrübeleriyle edindikleri bu tevhîd sırrı hiç şüphesiz İslâmî yani Kur’ânî bir tekâmül anlayışı üzerine bina edilmektedir. Türk Tasavvuf Edebiyatı tarihi içinde bir tür olarak değerlendirilen devriyyelerin manzum veya mensur pek çok örneği bulunmaktadır. Fakat bu eserler bir bütün olarak değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Elinizdeki Nusret Gedik’e ait eser, bu önemli boşluğu dolduracak niteliktedir. “Türk Edebiyatında Manzum Devriyye” adıyla kaleme alınan eser genel bir girişten sonra 1500 adet dîvân, mesnevî, cönk ve mecmûadan hareketle Ahmed Yesevî’den Yûnus Emre’ye, Nesîmî’den Eşrefoğlu Rûmî’ye, Pîr Sultan’dan Niyâzî-i Mısrî’ye, Neyzen Tevfik’ten Osman Kemâlî’ye kadar pek çok şairin konuyla ilgili manzum eserlerini yetkin bir şekilde tahlil etmektedir. Elinizdeki eser hiç şüphesiz “Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin/Nerden gelip gitdiğini anlamayan hayvân imiş” diyen Niyâzî’nin sorusuna ve ulaşacağınız cevaba bir mukaddimedir vesselâm.
Devr edip geldim cihâna yine bir devrân ola
Ben gidem bu ten sarâyı yıkıla vîrân ola
Niyâzî-i Mısrî
Nereden gelip nereye gidiyoruz?
Ne hâldeydik ne hâle döneceğiz?
Gelen ve giden bir varlık var mı?
Mevcût tek bir vücuttan mı ibâret?
Yol ne, yolcu kim?
Sorular, sorular, sorular…
İslâm'ı şerîat, tarîkat, marifet ve hakikat makamlarıyla yaşayıp sülûk çıkaran ehlullah, bu soruların cevaplarını tefekkür edip hâlen yaşayarak öğrenmişler, tecrübelerinden bir kısmını da devir/devriyye, devriyye-i ferşiyye/devriyye-i arşiyye gibi isimlerle kulaklarımıza fısıldamışlar yahut alenileştirip kelâma dökmüşlerdir.
Yazmasına yazmışlar ve belki de bir müşkilimizi halletmişlerse de bazı ifadeleriyle –sözde- geleneksel inanç yapısına aykırı vehmedilerek okuyanların zihninde bin bir soru bırakıp gitmişlerdir.
Sâhi nedir devir/devriyye gerçeği?
Elimize aldığımız bir edebiyat lügatında bu kavram tarif edilirken ortalama bir üslupla derler ki: Hakk'ın zâtından tecellî eden ilâhî nûrun, cisimler âleminde mânevî bir tertip dâhilinde madenlerden bitkilere, bitkilerden hayvanâta, hayvanâttan insanlığa ve bu makamdan da insan-ı kâmil mertebesine ulaşarak yine zuhur ettiği ilk varlığa yani Hakk’a dönmesidir. “Devriyye” ise bu tekâmül fikrini işleyen mensur veya manzum eserlere verilen isimdir.
Devir düşüncesi Kur'ân ve hadîslerde örtülü olarak anlatılmaktadır. İlk dönem mutasavvıfları tarafından da çoğu zaman alenîleştirilmemiş, örtülü olarak kalmıştır. Mevzuu İhvân-ı Safâ Resâil’inde; İbn Miskeveyh’in Tehzibü’l-Ahlâk’ında, İbn Arabî’in Fütûhât, Fusûs ve diğer bazı eserlerinde doğrudan veya dolaylı olarak anlatılmaktadır. Bu zevâtın takipçileri olan Sadreddîn-i Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nâsır-ı Hüsrev, Feyzî-i Hindî devir konusunu ele almışlardır. Bizim edebiyatımızda bu mevzu Yûnus Emre’den Niyâzî-i Mısrî’ye, İbrahim Hakkı Erzurumî’den Osman Kemâlî Hazretlerine gelinceye kadar pek çok Allah dostu tarafından ele alınmıştır. Onların sülûk tecrübeleriyle edindikleri bu tevhîd sırrı hiç şüphesiz İslâmî yani Kur’ânî bir tekâmül anlayışı üzerine bina edilmektedir. Türk Tasavvuf Edebiyatı tarihi içinde bir tür olarak değerlendirilen devriyyelerin manzum veya mensur pek çok örneği bulunmaktadır. Fakat bu eserler bir bütün olarak değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Elinizdeki Nusret Gedik’e ait eser, bu önemli boşluğu dolduracak niteliktedir. “Türk Edebiyatında Manzum Devriyye” adıyla kaleme alınan eser genel bir girişten sonra 1500 adet dîvân, mesnevî, cönk ve mecmûadan hareketle Ahmed Yesevî’den Yûnus Emre’ye, Nesîmî’den Eşrefoğlu Rûmî’ye, Pîr Sultan’dan Niyâzî-i Mısrî’ye, Neyzen Tevfik’ten Osman Kemâlî’ye kadar pek çok şairin konuyla ilgili manzum eserlerini yetkin bir şekilde tahlil etmektedir. Elinizdeki eser hiç şüphesiz “Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin/Nerden gelip gitdiğini anlamayan hayvân imiş” diyen Niyâzî’nin sorusuna ve ulaşacağınız cevaba bir mukaddimedir vesselâm.